Röportaj: Betül Şatır
Yusuf Kaplan’ı, fikir yazılarıyla, felsefi tespitleriyle, ontolojik yorumlarıyla, ilginç kavramsallaştırmalarıyla tanıyoruz. Günümüzde okul bitirerek, diploma sahibi olarak, internette sörf yaparak "bilgi”, daha doğrusu "pozisyon” kazanılabileceği fikrine kapılan gençleri kitaba ve okumaya davet ediyor Yusuf Kaplan. Kendisiyle öğrencilik yıllarına, aile baskısıyla tıp yazıp gizlice sanat tarihi okuduğu zamanlara, peşinden koştuğu hocalara, Londra kitapçılarında yaşadığı ilginç an ve anılara uzanan bir söyleşi yaptık.
"Mağaram” tanımıyla, kitaplar arasında bir
fotoğraf paylaşmıştınız. Bu fotoğraf sizi ne kadar tanımlıyor?
O benim için mahremdi. Beni katakulliye getirdiler. Bir yapımcı arkadaşın cinliği… O beni görüntüledi. Biz de paylaşmış bulunduk. Aslında orası benim girilmez alanımdı. Sınırlarım ihlal edilmiş oldu.
Nasıl tepkiler aldınız?
İyi tepkiler aldım, okuyan-yazan adam işte böyle olur, dediler. Düşünen adam, böyle kitaplarla yatar, kitaplarla kalkar, dediler. Şu an yaşadığımız zaman dilimi, yaşadığımız çağı kuran duyarlılıklar, çağı işleten zihin setleri, kitabı devre dışı bırakmış durumda. Bunun sonucu olarak insanlar kendine özgü bir hayal gücünden yoksun kaldılar. Görüntünün, görselliğin bu kadar hâkim olması ontolojik bir şiddet üretiyor aynı zamanda. Ben hayatından kitabı çıkarmamanın temsili olarak o fotoğrafı paylaştım. Genç neslin hayal kurmaları ellerinden alınmış hâlde. Neyin hayalini kuracakları görsel güçler tarafından belirleniyor. Daha özgür ve daha özgün olmak hayal artık. İnsanların hayata değmeleri engelleniyor. Başka bir düzlemde hayatı ıskalıyorlar. Ben kitapla iç içe yaşamak, barışık yaşamak adına o resmi önemli buluyorum. Özel alanımı başka türlü asla paylaşmazdım.
Kitaplarla iç içe olan bir insan olarak, o fotoğraf ne anlama geliyor?
O fotoğraf bizim hayatımız. Hayatımız kitaplardan ibaret. Ömrümüz okumalar yaparak geçmiş. Fotoğraf benim kısa süreli bir yansımamdır. Aradığım her şeyi bulurum odamda. Rafların dizilişinde kontrolümde olan bir sistem vardır. Her kitabın belirlenmiş bir yeri vardır. Başkalarına dağınık gelen şeyin kendi içinde değişmez bir düzeni var aslında. Belki bir başkası bulamaz ama ben elimi atınca istediğim materyali bulurum.
Eşiniz nasıl tepkiler veriyor, odanızdaki bu karmaşaya?
O benimle evlenmeden çok dua etmiş. Her yanı, her tarafı kitaplarla dolu bir adamla evleneyim, bana böyle bir adam nasip et, demiş. Duvarlar dolusu kitapları olan bir adam dilemiş Allah’tan. Şimdi buldu belediyeyi. Başına geleni çekiyor muhtemelen. Çok memnun olduğunu söyleyemeyiz. Bir evde olması gerekenden çok fazla kitap var ona göre.
Doğum yeriniz Şarkışla, gençlik yıllarınız Kayseri’de geçti; İzmir’de üniversite okudunuz. Peki, Londra’ya ne sebeple gitmiştiniz?
Ben on iki sene Londra’da yaşadım. Aile baskısıyla tıp fakültesini yazmıştım. Ama ailem tıp fakültesine gitmediğimi, tahsilimin üçüncü senesinde öğrendi. Doktor olmak planlarım arasında yoktu. Ben sinema, sanat ve felsefenin peşinden gitmek istiyordum; tıp fakültesine gitmedim, güzel sanatlara kaydoldum. İzmir’de bir adamın peşine takıldım; Oğuz Adanır. Sadece onun peşinden gittim İzmir’e. Oğuz Adanır, Jean Baudrillard’ın öğrencisi olmuş; Jean Mitry, Christian Metz gibi adamların öğrencisi olmuş bir adam. Tamam dedim, bu adamın peşinden gidilir. Türkiye’de üç tane sinema bölümü var; bir tanesine gitmem lazım, dedim.
Ben imam hatip çıkışlıyım, hafta sonları ve cuma günleri film gösterileri yapardık; edebiyat, sinema, film gösterimleri bizden sorulurdu. O zamanlar İstanbul’dan film getirmek bayağı bir mesele idi. Film şeridi getiriyorsun, büyük iş yani, kolayca olmayacak bir şey. Bir tane manyak kimya öğretmeni vardı, biz onunla kafa kafaya verdik, film gösterimleri yapıyorduk.
Her sene yazları İstanbul’a geliyordum. Rahmetli Yücel Çakmaklı’nın yanına işi öğrenmek, geliştirmek üzere gelip gitmeye başladım. Ahmet Doğulu, Ahmet Beyazıt oradaydı. Erdem Beyazıt ve Cahit Zarifoğlu da orada. Benim Londra’ya gitmeme de Cahit ağabey vesile oldu. Cahit ağabey bana, git, dedi. Ben de diplomayı almadan Londra’ya gittim.
Aileniz tıp okumadığınızı öğrenince nasıl tepki verdi?
Kıyametler koptu tabii. "Artist mi olacaksın başımıza? Seni gurbetlere sanat oku diye mi gönderdik?” falan filan… Ama yaşımız büyümüş. Azar dinleyecek, yolundan döndürülecek, engellenecek zamanı geride bıraktığımız yaşlardı o yaşlar. Ben de çok kararlı olunca yoluma devam edebildim.
Londra’da neler yaptınız?
İletişim, televizyon ve sinema alanında öğrenim gördüm. Masterı televizyon yayıncılığı üzerine yaptım, doktorayı sinema üzerine…
Londra’da kütüphanelere çok gitmiş olmalısınız.
Aklıma gelen bir kitap hikâyesini anlatayım. Oğuz Adanır bize semiyolojinin kurucusu Saussure’ün bir kitabını okutmuştu. Berke Vardar adında başarısız bir çevirmen -bir manyak, bunu yazın- çevirmiş Türkçeye. Dört senemizi aldı okumak, ama bir şey anlamadık. Londra’ya gittiğimde aldığım ilk kitap, o oldu. İngilizcesini aldım, su gibi içtim. Sonra da iki hafta küfrettim çeviren kişiye. Londra’da benim kitap hikâyelerim çoktur. Daha doğrusu Londra’nın kitapçıları benden sorulur. İsmail Kara benim maceralarımı derslerinde anlatır.
Londra’da Charing Cross Road diye kitapçılarıyla ünlü bir cadde var; dünyanın en iyi birinci ve ikinci el kitapları orada. Ne zamandır Düşünce Tarihi Ansiklopedisi’ni arıyordum, yeni baskısı yoktu. Kapağında dictionary yazıyor ama bayağı ansiklopedi aslında. Her madde yirmi beş, otuz sayfa. Londra’da özürlü, kimsesiz, yetimlerle ilgili bazı lokaller vardır. Raflara satmak üzere kitaplar ve kasetler koyuyorlar. Bir gün on beş on altı tane kitap aldım, kasaya doğru ilerliyorum. Benim yıllardır aradığım Düşünce Tarihi Ansiklopedisi masada duruyor, kasiyerin masasında. Başında da bir tane yaşlı adam var, alıyor, parasını ödeyecek. Baktım, yetmiş seksenlik yaşlı bir adam. Dedim ki, içimden, "Ey mübarek, bu yaşta bu kitabı neden okuyorsun ki, eskiden okuman lazımdı.” Sonra kitapların yanına gittim adama bakarak -acayip bir iletişim kurduk, acayip bir elektrik oluştu aramızda-. "Bu kitaplar benim” diye ellerimle şak diye vurdum kitaplara, el koydum. Adamın adı Paul, adam baktı, "manyak” dedi herhâlde içinden. Beni onaylar şekilde, "Bu kitaplar senin” dedi. Belli ki adam da manyak. Zaten manyaklar manyakları bir bakışta tanırlar. Hiç unutmam beş pounda almıştım.
Unutamadığınız bir kitabı, bir mekân içinde tasvir edebilir misiniz?
Luther’in kitaplarının orijinalini buldum, İngiltere’de bir kasabada dolaşırken güzel bir kitapçıda. Luther’in kitaplarının orijinalleri var. İlk çeviriler. Acayip ciltlemişler, hayran kaldım. Kitapları kitaplıktan çıkardım, adamla biraz konuştuk. Yabancı olduğumu anladı, "Kitaplar satılık değil” dedi. "Peki, neden burada duruyor o hâlde?” dedim. Bahaneler bulmaya başladı. Yabancıya vermiyorlar. Kitabı alamadım. Vermedi. "Satılık değil, özür dileriz, yanlışlıkla girmiş” dedi, kıvırdı.
Koleksiyonunuzda kaç kitap var, sayısını biliyor musunuz?
Otuz bine yakın var.
Birileri dokunsa, alsa, geri getirmese kızar mısınız? Mesela eşiniz temizlerken yerlerini değiştirse ne dersiniz?
O konuda muzdaribim, mecbur çünkü. Çok kitap veriyoruz, insanlar götürüyor ama geri getirmiyorlar. Kötü oluyor. Getirmeyenlere kızıyorum. Kitaplarım çok değerli. Vermek zorunda kalırsam, gelmeyince canım sıkılıyor.
Kitabın yeri değiştiği zaman fıttırıyorum zaten. Mesela, ev temizleniyor, ardından toparlamak için bir hafta geçiyor. Bütün kitaplarım dağılmış oluyor. Benim çalışma şeklim fotoğraftaki gibi, benim kendi çalışma odam orası, gençlere ilginç geldi.
Gençlere okuma üzerine ne gibi tavsiyeleriniz oluyor?
Genelden özele doğru, sistematik, pedagojik, insana derdi verecek bir okuma programı tavsiye ediyorum. Gençlerin bir şeyleri öğrenmeden önce onun derdini verecek kitaplar okuması lazım, genel ve birinci sınıf yazarlardan okumaları lazım. Genelden özele doğru insanlık tarihi, medeniyet tarihi, düşünceler tarihi, estetik-sanat-ahlak tarihi ve felsefesi aynı zamanda; bütün insanlığı, insanlık tarihini dolaşacak medeniyetleri kapsayacak bir okuma yapmaları lazım. Ama birinci sınıf adamlar üzerinden. İlk önce derdini edinecek. Derse buradan girmek lazım. Türkiye’de derdi verecek adam, Sezai Karakoç’tur. Cemil Meriç peşinden gelir. Yüz kitap listesi var benim hazırladığım. Herkese vermiyorum, dört aşamalı bir liste bu. İlk aşamada bu sözünü ettiğim kitapları veriyoruz, onları benim istediğim şekilde, belirlediğim yöntemle okuyorlar. Gömlek cebimde duran kalemler var, bu kalemlerle çizmesi gerekiyor okurken. Gördüğünüz gibi burada üç tane kalem var, bir de kurşun siyah var, etti dört. Gömlek cebimde kalem taşımakla ben pedagojik bir mesaj veriyorum gençlere.
25. kare mesajı mı?
Benim yaptığım şey şu, kitabı bir defa yoğunlaşarak okutturuyorum. Bu kalemler, kitabı okurken çizmek için, hepsinin ayrı işlevi var. Yeşille en önemli beş altı kilit kavramın, kırmızıyla önemli üç dört satırın altını çiziyoruz, maviyle de atlanmaması gereken yerlere işaret koyuyor veya çiziyoruz. Ama aynı kalınlıkla çizmiyoruz, cetvelle çizer gibi değil. Dördüncü olarak da siyah kurşun kalemle kitabın sol, sağ boşluklarına notlar alıyor, tartışmalar yapıyoruz. En önemlisi de, okuma bittikten sonra sayfanın en üst boşluğuna o sayfadaki en önemli cümleyi yazıyorsun. Böylece daha verimli oluyor. Buradan ne çıkıyor? Resim, tablo çıkıyor. Görsel analiz, öğrenimde en önemli şeylerden birisi.
Geleneksel okuma yönteminden bahsediyorsunuz. Peki, dijital kütüphane gibi günümüz teknolojilerini kullanıyor musunuz?
Tabii ki kullanıyorum. Tabletten kitaplar okuyorum. Dijital birikimlerim çok çok daha fazladır. Onlar kitap olarak hiçbir eve sığamazlardı. Yani buz dağının görünmeyen kısmına dijitalde sahibim.
Yeni çıkan kitaplardan nasıl haberdar olursunuz?
Türkiye’de genelde adresime yollananlar ve benim peşine düştüklerim var. Dünyada, Arap ve Batı dünyasını eş zamanlı olarak dikkatle takip eden benden başka ikinci bir adam var mı bilmiyorum. Ulaştığım, sürekli takip ettiğim yüzlerce dergi var.
"Kitap, aslında reel ve güzel bir hayal kurma biçimidir” derken ne demek istiyorsunuz?
Kitapla insan baş başa kaldığında başka dünyalara açılabilir, hayal dünyasını sonuna kadar zorlayabilir. Kitap; aslında reel bir hayal görme, güzel bir hayal kurma biçimidir. Televizyon, sinema hayal görme biçimlerini katletmiştir. Bizim adımıza onlar hayal görüyorlar. Nasıl hayal göreceğimizi kilitliyor.
Dijital ortam, bize tekrar sözlü kültüre dönüş imkânı vermiyor mu?
Dijital ortam, insanları sanki özgürleştiriyormuş gibi yapıyor ama aslında ayartarak köleleştiriyor. O sebeple bizim kitabı bilmemiz, okumaya dönmemiz lazım.
Okuma kitapla ilgilidir. Varlığın, kâinat kitabının okunması… Kur’an-ı Kerim ve "kitab-ı kâinat”… Dolayısıyla biz ikisini de okuyoruz. Yeniden kitaba dönmemiz gerekiyor, derken şunu söylemek istiyorum. İnsan, ilk yaratılan ayette okumakla mükellef kılındı. Ama bu okuma, bir şeyin özüne, ruhuna, künhüne vukufiyet, keşfetme, yaratılışın sırrını kavrama şeklinde olacak. "Yaratan Rabbinin adıyla oku” meselesi, nasıl yarattığını kavramak. Dünyayı, insanı, eşyayı, kâinatı nasıl niçin yarattığını idrak edecek şekilde okumak. Okumaktan maksat, bilmek değil; idrak etmek, kavramak. Çağımızın en temel sorunu, insanların bilememeleri falan değil, cehalet bu değil, dünyada bilmemek değil anlayamamak sorunu var. Bu sorunu da kitabı kuru kuruya okuyarak çözemezsiniz. Kitabın dünyasına nüfuz etmeniz lazım. Popüler kitaplar derseniz onlar Batı’dan gelen bir akım gibi. Adamlar sadece kitapları değil, her şeyi popülerleştirip vülgarize hâle dönüştürdüler. Bu tür okuma, okuma değil, bir tür kaçıştır. Günümüzdeki okuma biçimleri gerçek anlamda kişiyi hayattan ve kendinden kaçıran kitaplardır.
Kitap meselesi tam da bana sorulacak meseledir.