El aletleri üretiminden büyük sanayi kuruluşlarına
Türkiye Cumhuriyeti ekonomisi 100 yaşını doldurmak üzere. İzmir İktisat Kongresi(1) ile temelleri atılan yeni Türkiye ekonomisi, zaman zaman devletçi, zaman zaman da serbest piyasa ekonomisi uygulayarak ve birçok krizi derinden yaşayarak günümüze gelmiştir. Çok zorlu ve yıkıcı krizler, toplamsal işbirliği ve yardımlaşma ile aşılmış; fakat krizlerden yeterince ders alınmadan yola devam edilmiş, halk da ortaya çıkan krizleri –neredeyse- kanıksamış ve ülke vatandaşları üzerinde devamlı bir kriz paranoyası oluşmuştur. Ekonomik göstergeler iyi olduğunda dahi, bırakın yatırımcıyı tüketici bile hep bir krizi hesaba katmış; bu korku yatırımları geciktirmekle birlikte tüketiciyi yastık altı tasarruflara sevk etmiştir.
Algıların yönetildiği, beklentilerin alınıp satıldığı günümüzde, kriz söylentilerinin yol açtığı olumsuz düşüncelerin neticelerini tahmin etmek zor değildir. Türkiye bu kriz paranoyasından son beş yılda epeyce sıyrılmış, milli gelirini arttırmış, alt yapıya yönelik büyük yatırımlar gerçekleştirmiştir. Bugün Türkiye ekonomisi bir dönemini tamamlamış, başka bir dönemin eşiğine dayanmıştır.
Kişi başı milli gelir, 2003 yılından itibaren beş yıl süreyle hızlı bir artış gösterirken, 2008 sonrası bu hızını sürdürememiş, 'orta gelir tuzağı' ile karşı karşıya kalmıştır. Türkiye ekonomisi son beş yıldır 'üst orta gelir' grubundan yer almaktadır. Yapısal reformların yapılamaması, Malezya, Tayland ve Filipinler(2) gibi uzun bir müddet bizim de bu grupta kalmamıza yol açabilir. 'Orta gelir', piyasada ve üretimde 'fasonculuk' olarak kabul edilmektedir.
'Orta üst gelir' düzeyi pratikte 'kaliteli fason üretim ve düşük teknolojili yerli üretim' demektir.
Ülkemizdeki bankacılık sektörü 2001 krizi ile sağlam bir alt yapıya kavuşturulmuştur. 2002 yılında iktidara gelen tek parti yönetimi, içeride siyasi ve ekonomik istikrara yol açmış, ekonomideki moral değerlerini yükseltmiştir.
Dış politikada yürütülen 'komşularla sıfır sorun' çalışmaları, Afrika açılımı, Türk Hava Yolları'nın artan uçuş noktaları, hızlandırılan AB süreci ve Rusya'yla geliştirilen iyi ilişkiler, ülkemizdeki atıl üretim kapasitesini harekete geçirmiştir.
Bunun sonucu olarak; 2000 yılında 4 bin dolar olan milli gelir, önce 7 bin dolar seviyesine, 2007 sonrasında ise 10 bin dolar düzeyine yükselmiştir. 2008 yılında Amerika menşeli çıkan dünya krizi, Türkiye'nin milli gelirinde 2009 yılında bir düşüşe yol açsa da, 2010 yılında tekrar 2008'deki rakamlara ulaşılabilmiştir.
Yüksek kapasite kullanımı ve ek yatırımlar ihracat miktarımızı arttırmakla birlikte, 'kilogram başı ihracat' fiyatlarımız da kayda değer bir iyileşmeye yol açmamıştır. 2008-2014 yılları arasında 10 bin dolar bandına oturan kişi başı milli gelir, yıllık ortalama %1'lik(4) nüfus artışına yenik düşmemiş, fakat bu banttan da çıkamamıştır. 'Orta gelir tuzağına'(5) sebep olan en önemli faktör, lisansa dayalı ve fason üretimdir. Ülke ihracatımızda en büyük paya sahip olan otomotiv sektöründe, 'yüksek oranda ithalata dayalı üretim' ve henüz daha yerli bir otomobilin geliştirilememiş olması bunun en somut örneğidir.
İhracatımızın 'ithalata olan yüksek bağımlılığını' düşündüğümüzde, ortaya çıkan dış ticaret açığını kapatmak için, önümüzde iki yol vardır. Birincisi, mevcut milli kaynaklarla ürettiğimiz ürünlerin alıcı bulabileceği yeni gelişen Afrika gibi pazarlara daha yoğun olarak arz etmemiz. İkincisi, ürettiğimiz ürünleri 'katma değeri daha yüksek' hâle getirip, kilogram başı daha fazla girdi sağlamamız.
Afrika gibi pazarlara daha fazla arz sunmak ilk bakışta kulağa hoş gelebilir. Fakat Afrika'nın talebini satın alma gücüyle destekleyememesi ciddi bir dezavantajdır. En kalıcı yöntem 'katma değeri yüksek' ürünler üretip, gelişmiş pazarlara daha fazla bedellerle ihraç etmektir. Bu da ülkemizin artık 'fasonculuk' ve 'lisansa dayalı üretimden' vazgeçip, 'özgün ürünleri' ve markaları oluşturmasından geçmektedir.
2023/Cumhuriyetin 100. Yılı hedefl eri arasında yer alan 500 milyar dolarlık ihracatın(7) , şu an ki mevcut yapı ile yakalanması durumunda dış ticaret daha fazla açık verecek; bu açık da hizmetler sektörüyle (turizm ve yurtdışı müteahhitlik hizmetleri) kapanamayacağı için, şimdilerde %5'ler (ki, uluslararası kuruluşlara göre %-5 kritik bir seviyedir.) düzeyinde seyreden 'cari açık' büyüyerek yeni problemler doğuracaktır. Artan cari açık daha fazla 'sıcak paraya' ihtiyaç duyacak, buna bağlı olarak faizler yükselecek ve henüz oluşan orta sınıf, kazanımlarını yavaş yavaş kaybedecektir.
Türkiye turizmi, Yunanistan ve İspanya ile rekabet etmektedir. Bu ülkelerdeki konjonktürel dalgalanmaların etkileri göz ardı edilemez. Yine yurtdışı müteahhitlik hizmetlerimizin en büyük alıcıları arasında bulunan Irak, Libya ve nispeten Suriye'den en az beş yıllık bir süre uzak kalacağımız gerçeği, bu sektörün ivmesini yavaşlatacaktır.
Mevcut veriler üzerinden hareket ettiğimizde, tek çıkar yolun 'katma değeri yüksek' ve 'marka ürünler' ihraç etmekten geçtiği artık bilinen bir gerçektir. Bu süreç uzun bir yoldur. İhraç edilen her ürün aslında ülkede birikmiş olan bilgi birikimi ve teknolojik alt yapının nesnelleşmiş ve bir bedele dönüşmüş hâlidir.
Geldiğimiz noktada şöyle bir problematikle karşı karşıyayız: Bu 'katma değeri yüksek ve marka ürünler' nasıl üretilebilir?
Bu soruya cevap ararken; karşımıza çıkacak ilk üç kavram, ilk üç faktör sırasıyla Eğitim, Ar-Ge ve Tasarruflardır. Sadece bilgi birikimi olan iş gücü, ancak standart üretimler yapabilmekte, onu, yorumlayabilenler farklı ya da farklılaştırılmış ürünler elde edebilmektedirler. Farklı ürünler elde etmenin yolu Ar- Ge'den geçmektedir ve bu üretimlerin yapılabilmesi için gereken kaynak, ancak tasarruflarla elde edilebilir.
KAYNAK:
1) 17 Şubat/4 Mart 1923,İZMİR
2) Müsiad, 2012 Türkiye EkonomisiRaporu, s. 98,
3) http://data.worldbank.org/about/country-and-lendinggroups,
4) http://www.tuik.gov.tr/Ust-Menu.do?metod=temelist,
5) http://www.mahfiegilmez.com/2012/12/orta-gelir-tuzag-ve-turkiye.html,
6) http://www.bumko.gov.tr/TR,147/ekonomik-gostergeler.html,
7) http://www.ekonomi.gov.tr/upload/slogan/ihracat_stratejisi.pdf,