Türkiye 10 yıl öncesine kadar memur maaşlarını nasıl ödeyip Hazine borçlarını nasıl çevrilebileceğine odaklanmış bir ekonomiydi. Şimdi bu makroekonomik resim değişti. Ancak makroekonomik dönüşüm tek başına Türkiye’yi zengin etmez. Tabi AVM’ler ve ‘hizmet ekonomisi’ de. Mesele sınai bir dönüşümü gerçekleştirebilmek.
2012 yılında, Malezya’da bir toplantıda Sony’nin eski CEO’larından uluslararası tanımış bir dostumla Türkiye ve Kore’nin sanayileşme stratejileri üzerine konuşurken Türkiye’yi ‘sanayi öncesi’ bir ekonomi olara sınıfl ayınca biraz ‘bozulmuştum.’ Sonradan, haklı olduğuna karar verdim.
Şöyle ki; ‘sanayi öncesi ekonomi’ sanayi devrimini yaşamamış ekonomi manasına geliyor. İktisatçıların bir ekonominin sanayi ekonomisine geçtiğinin belirlemek için kullandıkları beyaz / siyah bir ölçülebilir tanım yok. Bunun yerine bazı kaba göstergeler kullanıyorlar. En kolay kullanılabilir göstergelerden birisi GSYH içinde sanayinin payı. Tarım toplumunda, üretilen ekonomik değerin önemli kısmı tarım ya da genelde birincil sektörlerden elde edildiği için sanayinin payı düşüktü. Sanayi devriminden sonra İngiltere, Belçika, Hollanda gibi ülkelerde sanayinin payı hızla arttı. Böylece bu ekonomiler ‘sanayi ekonomisi / toplumu’ sayılır oldular.
Bu göstergeyle bakınca dünyada şu anda sanayi ekonomisi / toplumu olmayan ülke pek de fazla değil. En azından 19-20. yüzyıla göre. Tabi Türkiye’de bu göstergeyle bakılırsa gelişmiş bir sanayi ülkesi.
O halde Japon dostumu neden haklı bulmak zorunda kaldım. Çünkü, bugün bir ekonominin sanayi ekonomisi olup olmadığını sanayinin GSYH’daki payından anlayamıyoruz. Dış ticaretinden de. Zira ortalamanın üzerindeki ve tabii kaynak zengini hemen bütün ekonomilerde ihracatın çok büyük kısmını tabii olarak sanayi ürünleri oluşturuyor.
Bugünün dünyasında bir ülkenin ‘gerçekten’ sanayileşmiş bir ekonomi olup olmadığını anlamanın en temel iki yolu var. Birincisi, sanayi sektörünün ‘sofistikasyonu’, yani kaç paralık mal ürettiği. İkincisi bunu ne kadar yerli teknolojiyle yaptığı yani ülkedeki, ‘AR-GE yoğunluğu’ (yani toplam Ar-Ge harcamalarının GSYH’ya oranı). Biraz daha ince bakarsanız buna AR-GE harcamalarının sınai boyutunun miktarını ve bunların ticarileşme performansını da eklemeniz gerekiyor.
Kore gibi bir ülkeyle karşılaştırdığınızda, ihraç ürünlerinin sofistikasyonu ve AR-GE yoğunluğu açısından Türkiye’nin bir sanayi ekonomisi haline gelemediğini görebiliyorsunuz.
Harcamalarında önemli fark var. Kore’nin ihracatı Türkiye’ye göre çok daha fazla olarak ileri teknoloji temelli ürünlerde yoğunlaşmış durumda. Kaldı ki, Kore’de devlet ve iktisatçılar kendi ihracat gamlarını ABD ve Japonya ile karşılaştırıp çok yetersiz buluyorlar. Dahası, Kore’de AR-GE yoğunluğu GSYH’nın yüzde 4,5’i seviyesinde; Türkiye’de ise yüzde 1’in altında. Mutlak değer olarak, 52 milyonluk Kore’de 2012 yılında 57 bin civarında araştırmacı ile 52 milyar dolarlık AR-GE harcaması yapıldı. 76 milyonluk Türkiye’de bu rakamlar 22 bin araştırmacı ile 7 milyar dolar seviyelerinde idi.
Yukarıdaki rakamları ve durumu büyük ölçüde herkes biliyor Türkiye’de. O halde Türkiye’nin sanayisi neden Kore’den geride?
İki sebep var: Kore’nin kamu kesimi Türkiye’den daha iyi; Kore sanayi politikalarını nasıl uygulayacağını biliyordu ve şimdi de biliyor. İkincisi Kore’nin özel kesimi Türkiye’den daha iyiydi; Kore’de ‘sanayici’ vardı ve hâlâ var. Türkiye’de ‘sanayici’ yok ya da çok az. ‘Sanayici ne demek’ sonraki haftalarda örneklerle tartışacağız.
http://www.dunya.com/mobi/author_article_detail.php?id=157244